21 Aralık 2007 Cuma

2007: Bir Uçuş Macerası (2007: A Flight Odyssey)

Uçak yolculuklarında pilotlara hayatımızı emanet ediyoruz. O yüzden de bir uçak yolculuğundaki en önemli kişinin kim olduğu sorusuna yanıt çok basit: Kaptan pilot, yani uçaktaki en kıdemli pilot. Peki, bir kişinin önemli olması bizim ona gereksiz yetkiler vermemizi geçerli kılar mı?

Bana bu soruyu sorduran, Sun Express ile olan uluslararası uçuşumuza iki kedimizle birlikte çıkmaya kalkınca yaşadıklarımız oldu. Uçuşumuzun biletlerini aylar öncesinden almış ve kedilerimizle ilgili gerekli bütün bilgileri firmanın rezervasyon bölümüne iletmiştik. Her şeyin yolunda olduğuna dair onay gelince de tatil planlarımızı yapmaya başlamıştık. Bu, kedilerimizle ilk uçuşumuz olmadığı için bizim için olağan bir prosedürdü. Farklı olan ise, uçağa binerken yaşadıklarımız oldu.

Eğitimsiz Havaalanı ve Havayolu Çalışanları

Havaalanına gidince, önce bir yer görevlisi hiç de nazik sayılamayacak bir davranış ve ses tonuyla, sanki şüpheli bir davranış içerisindeymişiz gibi, kedileri yanımıza alıp alamayacağımızı pilota sorması gerektiğine karar verdi. Bu davranışı kurallardan habersiz olduğunun bir göstergesiydi elbette. Kabin içinde evcil hayvan taşınabileceğini hayatında duymayan birisine rastlamıştık anlaşılan. Eşim ve ben yüzlerce defa uçmuş insanlar olarak buna pek şaşırmadık. Birçok durumda kurallardan habersiz, işini doğru düzgün yapamayan ve de gerekli eğitimi almadan çalışan birçok yer görevlisi, hostes, rezervasyon memuru gibi insanlarla değişik sebeplerden dolayı tartışmış insanlar olarak, alışılmış bir durum yaşıyorduk. Bu sefer farklı olan ise standart prosedürleri olan, ki bunlar yerine getirilmişti, bir konuda pilota danışılması ve onun verdiği karardı.

Önce, sorun olmadığını söyleyip bizi uçağa gönderdiler; ama uçak kapısında pilotun eşim ve beni aynı sıradaki koltuklara oturtmama kararını ilettiler bize. Önce pilotun böyle bir kararı hangi mantığa dayandırarak verdiğini anlamakta zorlandık biraz. Kedilerin bir araya gelip, tırnaklarını da silah olarak kullanarak, uçağı Kuşadası’na kaçırma teşebbüsünde bulunmalarından korkmuş olabilir miydi acaba?

Asıl mantığı, güvenlikten sorumlu birisi bize daha sonra şöyle açıkladı: ‘Pilot, kedilerin yolculuk sırasında birbirleriyle kavga edebileceğini söylüyor. Kedilerin 13 yıldır beraber yaşadıklarına ve daha önce uçakla yolculuk ettiklerine de inanmıyor.

Pilotluk ve Zeka

Pilotların zeki olduklarını düşünürüz, karmaşık bir aracı kullanmayı başarmalarından dolayı olsa gerek. Ama bu zeki insanlardan biri çıkıp, iki ayrı kapalı kutudaki kedilerin, bu kapalı kutuların içinden birbirleriyle uzaktan kavga edebileceklerini ve bu durumun uçuş güvenliğini tehlikeye atabileceğini düşündüğünü söylerse, pilotları hala daha zeki insanlar olarak görmeye devam edebilir miyiz? Üstelik evcil hayvanların aşı karnelerinden sahipleri ve yaşlarıyla ilgili bilgileri görebileceğinden habersiz bu pilotun, daha önce hiç görmediği insanların yalan söylediklerini iddia edebilmesi de bana ‘zeki’ ve ‘pilot’ kelimelerini rahatça yan yana kullanılmaması gerektiğini göstermiş oldu.

Kapalı kutuların içindeki kedilerin kavga edip uçuş güvenliğini tehlikeye attığını gören veya duyan var mıdır? Elbette tarihte böyle bir olayla karşılaşılmamıştır. Ama uçakta kavga eden küçük çocuklara rastlama olasılığı çok daha yüksek olmasına rağmen, ne çocuklar uçağa binerken pilota sorulur, ne de birbirlerinden uzakta oturtulurlar.

Az sonra bu olayın bir sebebi olarak da Türk insanının hayvan düşmanlığından bahsedeceğim ama önce yazımın başındaki soruyu tekrarlamak istiyorum: Bir kişinin önemli olması bizim ona gereksiz yetkiler vermemizi geçerli kılar mı?

Modern Kurumlarda İş Paylaşımı

Modern toplumu ilkel toplumlardan ayıran en büyük özelliklerden birisi iş paylaşımıdır. İlkel toplumlarda insanlar bütün işlerini kendileri yapmak zorundadırlar. Modern toplumlarda ise herkes uzmanlaştığı işlerle ilgilenir, böylece insan gücü daha verimli kullanılmış olur. Herkes en iyi yapabildiği işi yapar (en azından hedef budur). Modern toplumun kurumlarından olan havayolu şirketleri de böyle çalışırlar. Rezervasyonla pilot ilgilenmez. Hostes uçak uçurmaz. Benzer şekilde, evcil hayvanların uçuş güvenliğini tehlikeye atıp atmadığına karar vermek, normal durumlarda, pilotun görevi değildir.

Bizim durumumuzda da, Sun Express’in rezervasyon bölümü bize bileti satmadan önce karar vermiş ve biz uçağa binerken de normal şartlar hala daha devam ettiği için konu kapanmıştır. Normal olmayan durumlar için bazı havayolu firmalarının havaalanlarında uçuş güvenliğinden sorumlu çalışanları vardır ve bu kararı onlar verirler. Bunun sebebi pilotun en iyi yaptığı işe yoğunlaşmasını sağlamaktır.

Doğru işi yapmayan insan doğru zekâda görülmez. Dünyanın en zengin insanı Bill Gates’i marangoz olarak çalıştırdığınızı düşünün. Sizce ne kadar zeki bir marangoz görüntüsü çizerdi kafalarda?

Güç Yozlaştırır

Toplum ve kurumlar için bir diğer tehlike kaynağı da yozlaşmadır. İnsanların yozlaşmaları onlara verilen güçle doğru orantılı olarak artar. 19. yüzyıl tarihçilerinden Lord Acton bu gözlemi ünlü bir sözünde şöyle ölümsüzleştirmiştir: “Güç yozlaştırır”. Bu yozlaşma genelde politika alanında gösterir kendini. Bunun yanında gereksiz şekilde bazı kişilere aşırı gücün verildiği firmalarda da sıkça çıkar karşımıza. Çalışanlara verilen gereksiz yetkiler onlara gereksiz yere güç vermekle eşdeğerdir. Amerikan havayollarında pilotlara verilen bir yetki buna iyi bir örnek gösterilebilir. Bir Amerikan havayoluyla uçuyorsanız, sadece derinizin rengi yüzünden veya tipinizi beğenmediği icin pilot tarafından reddedilebilirsiniz. Pilotlara verilen bu yetkinin birden çok defa gelişigüzel kullanıldığını belki haberlerden izlemişsinizdir.

Son yıllarda hızla büyüyen havayolu taşımacılığı, beraberinde akut bir pilot açığı sorununu da getirdi. Böylece pilotların eline önemli bir koz geçmiş oldu. Geçen yıl Avrupa havayollarından birisinin pilotları, havayoluna başkaldırmış ve artık yer görevlileriyle beraber aynı yemekhanede yemek istemediklerini, kendilerine ayrı bir yemekhane açılmasını istemişlerdi. Vazgeçilmez oldukları bilincinin verdiği güçle kendilerini normal çalışanlardan daha üstün görmeye başlamışlardı. Havayolunun tepkisi bu gücü ellerinden almak oldu: Pilotların yaklaşık %20’si işlerinden çıkarıldı.

Hayvan Sevgisi(zliği) ve Lüks Tüketim

Ben, yaşadığımız olayda işini ve sorumluluğunu bilmeyen veya gereksiz yetkileri kullanan insanların yanında, diğer bir faktörün de çok önemli bir rol oynadığına inanıyorum. O da yukarıda kısaca bahsettiğim hayvan düşmanlığı.

Havaalanında karşılaştığımız görevlilerin bize bakışlarından ve davranışlarından ne düşündüklerini tahmin edebiliyorum. Birçoğunun düşüncesi şu: “Afrika’da açlar ölürken bunlar kedilere bir sürü para harcıyorlar.” Böyle düşünenlere söyleyeceklerim var.

Evet, Afrika’da açlar ölüyor ve de kedi beslemek bedavaya mal olmuyor. Ama kedi beslemek örneğin bir hostesin kuaför harcamalarından veya ayakkabı ve elbise masraflarından çok daha az. O yüzden ben de soruyorum: Afrika’da açlar ölürken nasıl kuaföre gidiyor, ayakkabı alıyor veya cep telefonu kullanabiliyorsunuz? Hele, Türkiye gibi lüks tüketime düşkün bir ülkede yaşayan insanlar olarak kedi besleyenlere nasıl bu gözle bakabilirsiniz? Hayatınızda hiç Afrikalılara yararınız dokundu mu? Nasıl oluyor da Afrika’da açlar ölürken bu ülke gazete ve dergilerinde sürekli diyet tarifleri yayımlanıyor?

Normale Dönüş

Bu yazıyı dönüş uçuşundan önce yazmaya başlamıştım ve burada ara verdim. Çünkü dönüş uçuşunda, her ne kadar olasılık az olsa da, aynı şeyin tekrar edip etmeyeceğini bilmiyordum. Şu anda dönüş uçuşundan sonra evde kedilerimle beraberim. Onlar televizyon karşısında kuş belgeseli izlerken, ben de yazıya devam ediyorum. Ne mi oldu?

Dönüş uçuşunda kimsenin aklına gereksiz birine, yani pilota, gelişigüzel karar verebileceği bir şeyi sorma fikri gelmedi. Herkes kendi işini olması gerektiği gibi yaptı. Böylece pilota sadece uçağı uçurmak, yani asıl görevini yapmak kaldı.

17 Aralık 2007 Pazartesi

Noel ve Tüketim Çılgınlığı

Eğer Aralık ayında Amerika veya Avrupa şehirlerinde dolaşmışsanız, tüketim çılgınlığının ne boyutlara ulaştığını görmüşsünüzdür. Özellikle normalde boş olan Avrupa sokaklarının birden bire nasıl Asya ülkelerininkiler kadar kalabalıklaştığına şahit olmak ilginç bir deneyim: Kendinizi çekik gözlü olmayan Çinlilerin ülkesinde hissediyorsunuz.

Amerika'da Şükran Günü ve Noel arasındaki yaklaşık bir aylık zaman tüketimin çılgınlık boyutlarına ulaştığı bir dönemi temsil ediyor. Bir yıllık satışlarının yaklaşık %25'ini bu ay içinde yapan perakendeciler, yıllık kârlarının ise yaklaşık %60'ını gene bu dönemde kazanıyorlar. Batı ekonomileri için bu dönemin önemi çok (ama çok) büyük.

Aynı dönem gene tüketicilerin en gereksiz alışverişlerini yaptıkları zamanı da temsil ediyor. Herkesin birbirine hediye aldığı bu zamanda, asla okunmayacak kitaplara, dinlenmeyecek CD'lere, izlenmeyecek DVD'lere, giyilmeyecek kıyafetlere, kullanılmayacak ıvır zıvıra dökülen paralar, aslında ekonomi için büyük kayıp teşkil ediyor.

Ekonomide dara kaybı (İngilizce deadweight loss) diye adlandırılan bu kaybın sebebi, ürünü satın alanların o ürünü kullanacak insanlar olmaması. Bir ürünü kullanacak kişi, o ürüne ne kadar para vermesi gerektiğine en iyi karar verebilecek kişidir. Ama Noel zamanı o ürünü alanlar genelde hediye etmek için aldıklarından, o ürüne gereğinden daha fazla para verirler. Elbette hediye edilen şeyin manevi değerinin parayla ölçülemeyeceğini de belirtmem lazım. Gene de sırf hediye vermiş olmak için harcanan paralar, bence çok daha yararlı amaçlar için kullanılabilirdi.

30 Ekim 2007 Salı

Cenneti Yok Etmek

Bugün yabancı bir firmanın dokümanlarından birisinde ilginç bir grafiğe rastladım. Yazının sonuna eklediğim bu grafik, OECD ülkelerinde ve Çin'deki atık suların arıtılma oranlarını gösteriyor. Doküman Çin'e yönelik olduğu için Çin'in bazı eyaletleri de ekstra gösterilmiş. Grafiğin en tepesinde görebileceğiniz gibi Türkiye, atık sularını en az arıtan ülke konumunda. Yani kirlettiğimiz suları doğrudan doğaya bırakıyoruz. Diğer ülkeler bu suların çevreye zararını en aza indirgemeye çalışırken, bizimse pek umurumuzda değil sanırım.

"Cennet vatan" deyimini yakında tarihe karışıtıracağız anlaşılan.

23 Ekim 2007 Salı

Peşin Fiyatına Taksit

Not: Bu yazının ilk yayın tarihi: 29.06.2006

Çok görmüşsünüzdür; birçok ürün peşin fiyatına taksitle satılıyor. Ya da en azından öyle olduğu izlenimi veriliyor tüketicilere. Gerçekte, peşin fiyatına taksitle kavramı rasyonel olmadığı için, uygulandığını şimdiye kadar görmedim. Her şeyin bir ilki vardır elbette!

Geçenlerde ilk defa bir satıcı bana, bir yazıcı için, peşin fiyatın taksitli fiyatıyla aynı olduğunu ve nakit ödemede indirim yapamayacağını söyleyince şaşırdım. Daha sonra satıcıya hiç peşin fiyatını verip alışveriş yapan müşteri çıkıyor mu diye sordum. Yanıt gene beni şaşırttı; çünkü böyle çok müşteri varmış.

Neden şaşırdığımı anlatabilmek için önce, peşin fiyatına taksitle kavramının neden rasyonel olmadığını açıklamam lazım. Bunu da en iyi bir örnekle yapabilirim. Varsayalım ki, 1200 liralık bir ürünü 12 ay taksitle veya peşin alma seçeneği veriliyor bana. Hangisini seçmeliyim?

Bu durumda en rasyonel seçenek taksitli olanı; çünkü bu aldığım malı daha ucuza getirecek bir yöntem. Bunun için paramı herhangi bir bankada repoya yatırmam gerekiyor sadece (B tipi likit fon da olabilir). İlk taksit zamanı gelince yatırdığım paradan taksit miktarını çekip, satıcıya ödeme yapacağım. Bu arada yatırdığım 1200 lira biraz faiz getirmiş olacak. 2. ve daha sonraki aylarda da aynı işlemi tekrarlayacağım. Bir yıl sürenin sonuna kadar, sürekli ama giderek azalan (ana para azaldığı için) faiz gelirim olacak. Taksitler bitince de bu para bana kalacak. Eğer bu süre içinde aldığım yıllık faizi %15 varsayarsak, taksitler bitince banka hesabımda yaklaşık 90 lira fazladan kalmış olacak.

Bu hesaplamada banka hesabımda fazla para kalmasına sebep olan şey, taksit olarak ödenmek için bekleyen para için aldığım faiz. Faizler sıfırın üzerinde olduğu sürece, her rasyonel tüketici taksitli alışverişi tercih etmelidir sonucu çıkıyor buradan. Elbette, sadece ve sadece peşin fiyatın taksitli fiyatla aynı olduğu durumlarda.

Buraya kadar olaya tüketici açısından baktık. Peki satıcı açısından bu durum nasıl gözüküyor? Şimdiye kadarki tecrübelerimden çıkarımım şöyle: Satıcı için en kârlı olanı taksitle satması!

Daha önceki yazılarımda taksitle alışverişin aslında kredi almaya eş değer olduğunu yazmıştım (bu konudaki ilk yazımı okumanızı özellikle tavsiye ederim). Enflasyonun %10'un altında olduğu bu zamanlarda bile taksitli alışverişte tüketicinin ödemek zorunda kaldığı faiz %35 dolaylarında geziyor. Bankalar %20 civarında tüketici kredisi verdiklerine göre, kabaca %15'lik farkın da satıcıların cebine gittiğini hesaplayabiliriz. Eğer satıcı banka anlaşmalı çalışmıyorsa, bu tek başına o satıcının müşterilerine kredi vererek %35 faiz aldığı anlamına gelir. Yani Türkiye'deki birçok satıcı aynı zamanda birer mini banka.

Tekrar tüketici tarafına dönelim. Peşin fiyatına taksitli alışveriş rasyonel olmadığına göre ne yapılması gerek? Öncelikle tüketici olarak, eğer kredi alma düşünceniz yoksa, size zorla dayatılan peşin fiyatına taksitli alışverişi kabul etmemelisiniz. Araştırın sorun, mutlaka size (gerçek) peşin fiyatına satan birileri çıkacaktır. Çünkü eğer peşin fiyatına taksit seçeneğinde doğru tercihi yapıp bir malı taksitli alsanız bile, çok daha ucuza alma fırsatını kaçırmış olacaksınız. 1200 liralık bir malı aslında belki de 1000 liraya peşin ödemeyle sahip olabilirsiniz.

Bir de devletin yapması gerektiğini düşündüğüm bir şey var; taksitli alışverişleri şeffaflaştırması. Devlet, her türlü taksitli alışverişte, satıcıya hesapladığı kredi faizini açıklama zorunluluğu getirmeli. Ancak o zaman tüketiciler, taksitli alışverişin gerçek yüzünü biraz olsun görebilirler.

Not: 90 lirayı nasıl hesapladığımı merak edenler, Microsoft Excel'in FV fonksiyonunu kullanabilirler. Yukarıdaki örnek için ben FV(0,0125;100;-1200;;1) fonksiyonunu kullandım. Bu fonsiyonda 0,0125 aylık faizi, 100 aylık ödemeleri, 1200 ise toplam borç miktarını gösteriyor. Aylık faiz için önce yıllık faizi 12'ye, sonra da bunu 100'e bölmek gerekiyor.

Taksitli Alışveriş (Yeniden)

Not: Bu yazının ilk yayın tarihi: 29.06.2006

Taksitli Alışveriş yazımı okuyanlara tanıdık gelecek bir olay yaşadım bugün. Bir satıcı, bana peşin fiyatı 1500 lira olan bir malı, 10 ay taksitle 1700 liraya satmayı teklif etti. Bu sefer de taksitli alışverişi kabul etmedim. Çünkü satıcının teklifi, yıllık faizi %35 olan bir kredi anlamına gelecekti benim için. Her ne kadar son zamanlarda enflasyonun yükselmesinden bahsedilse de, enflasyon hala daha yıllık bazda %10'un altında ve bankaların tüketici faizleri %20 civarında iken böyle bir teklif—çok acil ihtiyacınız yoksa eğer—elbette kabul edilemez.

Taksitli alışverişlerde yıllık faizin nasıl hesaplandığını bir defa yazdığım için tekrarlamayacağım.

Ülkenizde Kalın, Globalleşmeyin!

Not: Bu yazının ilk yayın tarihi: 21.03.2006

Son yıllarda globalleşme herkesin dilinde. Bu kavramın dostları da, düşmanları da çok. Hatta bazı ülkeleri de globalleşmeye dost ve düşman olarak tanımlamak mümkün. 9 Martta The Economist dergisinde çıkan kısa bir yazıdan anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye globalleşmeye düşman grupta yer alıyor.

The Economist, Dünya Bankası verilerine dayanarak, 5 yıllık bir pasaport için vatandaşın ne kadar harcaması gerektiğini ülkelere göre listelemiş. Listenin en tepesinde 334 dolarla Türkiye var. Hindistan, Endonezya ve Rusya gibi ülkelerde ise bu masraf 25 doların altında.

Tüketiciyi Yanıltmak

Not: Bu yazının ilk yayın tarihi: 19.03.2006

Türkiye'de tüketicinin pek de bilinçli olduğu söylenemez. Eğer öyle olsaydı, kredi kartlarıyla ilgili sorunlar bu kadar büyümezdi. Peki şirketler böyle bir durumda ne yapıyorlar? Elbette tüketicinin bilinçsizliğinden yararlanmaya çalışıyorlar. Buna en iyi örneklerden biri, kredi faizlerinin tüketiciye sunulma şekli.

Eğer birikmiş paranızı mevduata yatırmak isterseniz, bankaların mevduat faizlerinin bugünlerde yaklaşık %13 olduğunu araştırıp öğrenebilirsiniz. Bu oran, yatırdığınız paraya karşılık (stopaj öncesi) bankaların size yıllık %13 faiz vermeleri anlamına geliyor. Peki kredi almak isterseniz durum ne? Bankaların reklamlarına bakarsanız faiz oranları çok düşük. Örneğin, bireysel kredi için sizden sadece %1.85 faiz isteniyor. Peki ama kredi için nasıl bu kadar düşük faiz isterler?

İşin sırrı faizin sunuş şeklinde: Mevduat için bankalar rahatça yıllık faiz oranlarını yayınlarken, kredi için faiz oranlarını aylık olarak yayınlıyorlar. Böylece tüketicinin piyasa faizleriyle kredi faizlerini karşılaştırması zorlaştırılıyor. Aylık %1.85 faizin, yıllık yaklaşık %22 olduğunu (hem de diğer masraflar öncesi) tüketiciye açıkça söylemek, bankaların pek işine gelmiyor anlaşılan.

Türk Reklamı

Not: Bu yazının ilk yayın tarihi: 24.12.2005

Herkesin bildiği gibi reklamlar tam olarak gerçeği yansıtmazlar. Birçok reklamda açıkça yalan söylendiğine çok tanık olmuşsunuzdur. Buna rağmen, genelde neyin reklamının yapıldığına bakarak, o reklamın ciddiyetini anlayabiliriz. Peki reklamı yapılan şey bir ülkenin ekonomisiyse, o reklamın ciddi olması gerekmez mi? Bana sorarsanız evet derim. Böyle bir reklamda "yalan" söylenmesi bence doğru olmaz.

Yıllarca uluslararası ekonomi ve finans dergilerinde dünyanın en az gelişmiş ülkelerinin bile reklamlarının yayınlandığını görüp, Türkiye'nin reklamının ne zaman çıkacağını merak edip durdum. Fortune dergisinin 2005 yılı son sayısında böyle bir reklamı görünce önce sevindim; ama sonra reklamının kalitesinin pek iyi olmadığını farkettim. Toplam 12 sayfalık reklam ekinde beni en çok hayal kırıklığına uğratan, Doğuş Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk'in bir iddiasıydı. Ferit Şahenk'in, herkesin doğru olmadığını bildiği iddiasına göre "Türkiye'de hemen hemen herkes İngilizce konuşuyor". Türkiye'ye yatırım yapmayı düşünenler bu iddiaya inandılar mı bilemeyeceğim; ama ortalama Türk insanının Türkçe'yi bile nasıl konuştuğunu bilenler için bu iddia oldukça komik. Bırakın hemen hemen herkesin İngilizce konuşmasını, Türkiye'nin en büyük havaalanındaki pasaport kontrolü sırasında İngilizce konuşmaya kalkarsanız, hergün yüzlerce turistle karşılaşan görevlilerin bile İngilizce bilmediğini görürsünüz.

Türkiye'ye yabancı yatırımcının gelmesi için herkesin İngilizce konuşması elbette gerekmiyor. Buna rağmen komik iddialarla yatırımcı çekmeye çalışılması, bana ters tepecek bir stratejiymiş gibi gözüküyor.

Not: Fortune dergisindeki iddiasında İngilizce orjinal haliyle şöyle diyor Ferit Şahenk: "Almost everyone in Turkey speaks English. The young people are especially internationally minded."

Not, 19 Mart 2006: Hürriyet gazetesindeki bir habere göre, TBMM tercümanlarının İngilizce seviyeleri bile yeterli değil: "8 TBMM Tercümanından 4'ü Dil Sınavında Başarısız Oldu", Hürriyet, 19 Mart 2006 Pazar.

Taksitli Alışveriş

Not: Bu yazının ilk yayın tarihi: 16.10.2005

Geçenlerde bir satıcı, satın almak istediğim bir malın fiyatına ezberlemişcesine "peşin fiyatına 12 ay taksitle 1152 lira" dedi. Peşin fiyatının taksitli fıyatıyla aynı olamayacağını bilmemden dolayı sorunca, peşin fiyatının 1000 lira olduğunu öğrendim. Ayda sadece ve sadece 96 liralık ödemelerle 12 ay sonra borcumu kapatabileceğimi anlatan satıcının tavırlarından, bana özellikle taksitli satmak istediğini anlamıştım. Zaten peşin fiyatıyla taksitli fiyat arasındaki fark, neden öyle davrandığını da açıklıyordu: Satıcı bana dolaylı yoldan özel tüketici kredisi vererek kendine ekstra kâr sağlamaya çalışıyordu; hem de yıllık yaklaşık %32 faizden. Enflasyonun %10'un altına düştüğü Türkiye'de, %32 faiz ödemek hiç de mantıklı gözükmemişti bana.

Taksitli alışveriş Türkiye'de yıllardır uygulanıyor. Kredi kartı kullanımında olduğu gibi, bu konuda da dünyanın önde gelen ülkelerinden biriyiz. Ama sanırım sebebi aslında taksitli alışverişin ne olduğunu bilmememizden kaynaklanıyor.

Peşin fiyatı 1000 lira olan (12 ay taksitli toplam fiyatı 1152 lira) bir mal için taksitle her ay 96 lira ödemeniz gerekiyor. İlk bakışta fark sadece %15 gibi gözüküyor ama aslında ödediğiniz faiz daha fazla; çünkü her ay bir miktar parayı geri ödüyorsunuz. Eğer 12 ay sonunda 1152 lirayı toptan ödemiş olsaydınız, ödediğiniz faiz gerçekten de %15 olacaktı. Taksitli ödeme halindeyse yıllık yaklaşık %32 faiz (nasıl hesaplandığı yazının sonunda) ödemiş oluyorsunuz.

Aynı şekilde, bir bankaya gidip 1000 lira özel tüketici kredisi alıp ayda 96 lira taksitlerle 12 ayda bu krediyi geri ödeyebilirdiniz. Size maliyeti gene aynı yıllık %32 faiz olacaktı. Kısacası, taksitli alışverişte satıcı aynı zamanda size kredi veren banka işlevini de üstlenmekte ve bundan da her sattığı mal için ekstra kâr elde etmektedir.

Not: %32 faizi nasıl hesapladığımı merak edenler, Microsoft Excel'in RATE fonksiyonunu kullanabilirler. Yukarıdaki örnek için ben RATE(12;-96;1000;;1) fonksiyonunu kullanarak önce aylık faizi, sonra da aylık faizi 12 ile çarparak yıllık faizi buldum.

Hangisi Daha Kârlı?

Not: Bu yazının ilk yayın tarihi: 16.09.2005

Koç grubunun Genel Müdürü Bülend Özaydınlı, Oyak Genel Müdürü Coşkun Ulusoy'un yaptığı kârlılık karşılaştırmasını doğru bulmadığını; çünkü Koç ve Oyak'ın farklı kurumlar olduğunu belirtmiş ve eklemiş: "Elma bahçesiyle armut bahçesinin verimi aynı olmaz". Elbette, bahçelerin verimleri farklı olur ama bu gene de bizim verimlilik karşılaştırması yapmamıza bir engel olamaz. Özaydınlı'nın önerisi "tüm verilerin şeffaflıkla ortaya konularak aynı baza getirilmesi" yönündeymiş.

Coşkun Ulusoy'un karşılaştırmada kulandığı veriler aslında aynen o yönde (Vahap Munyar'ın Hürriyet'teki yazısından alınmıştır):

  • OYAK HOLDİNG: 2004 yılı net dönem kârı 743.7 trilyon lira. Özsermayesi 3.7 katrilyon lira.
  • KOÇ HOLDİNG: Net dönem kârı 508.4 trilyon lira. Özsermayesi 4.1 katrilyon lira.
  • SABANCI HOLDİNG: Net dönem kârı 724.1 trilyon lira. Özsermayesi 6.1 katrilyon lira.
Veriler aynı baza indiğine göre karşılaştırmamızı rahatça yapabiliriz. İşte Türkiye'nin üç büyük grubunun kârlılıkları (özsermaye kârlılığı cinsinden ifadeyle):

  • OYAK HOLDİNG: %20
  • KOÇ HOLDİNG: %12
  • SABANCI HOLDİNG: %12
Görüldüğü gibi en kârlı grup gerçekten de Oyak Grubu. Oyak yatırdığı her 100 lira karşılığında 20 lira kâr ederken, Koç ve Sabancı sadece 12 lira kâr ediyorlar.

Vahap Munyar aynı yazısında, Koç'un son satın almalarıyla cirosunu 30 milyar dolara çıkartacağını ve bunun Koç'u dünyanın en büyük 166. şirketi konumuna getireceğini belirterek, Koç Grubu'nun artık "elma-armut" alınganlığı yapmasına gerek kalmayacağını söylüyor. Eğer ciro karşılaştırıyor olsaydık bu yazılanların doğru olduğunu kabul ederdim; ama konumuz kârlılık karşılaştırması olduğu için buna da karşı çıkmam gerekiyor. Daha fazla ciro yapıyor olmak daha kârlı olunduğu anlamına gelmiyor çünkü. Örneğin Fortune dergisinin hazırladığı dünyanın en büyük 500 şirketi listesinde 2004 yılı itibariyle 60 milyar dolar ciroyla 57. sırada olan Fiat, aynı yılı 2 milyar dolar zararla kapatmış. Yani yukarıda kârlılıklarını karşılaştırdığım üç grup da Fiat'tan daha kârlı; çünkü en azından kâr ediyorlar.

Özelleştirme İhaleleri İptal Edilsin (mi?)

Not: Bu yazının ilk yayın tarihi: 12.09.2005

Son günlerde çok sık duyulur oldu bu söz. Tüpraş özelleştirmesinde ilk ihalenin iptal edilip, ikincisinde de çok iyi bir fiyat yakalanınca, her iptalden sonra ihalelerin çok daha fazla para getireceği varsayımına dayanıyor bu düşünce. Ekonomi yazarlarımızdan Yiğit Bulut aynen bu düşüncede olanlardan. Bakın Radikal'deki yazısında ne diyor:
"Telekom ihalesi iptal edilirse aynen Tüpraş'ta olduğu gibi ilk fiyatın çok daha üstünde bir fiyata, hatta en az yüzde 50 daha fazlasına satılabilir."
Acaba? Kimsenin bundan 2-3 ay sonrasında bile Telekom'un nasıl bir fiyata satılacağını bilmesine imkan yok. Son birkaç yıldır Türk ekonomisindeki çıkışla beraber sürekli daha iyi fiyatlara özelleştirmelerin olması, gelecekte de aynı şeyin olacağının garantisi olamaz. Ekonomi yazarlarımızın bir kısmı ne yazık ki geleceği görebileceklerini düşünüyorlar. Bunun imkansızlığının yanında düşünmedikleri iki önemli nokta daha var.

Bunlardan birincisi, ihaleleri ne zaman iptal etmekten vazgeçeceğimizle ilgili. Diyelim ki Tüpraş ihalesi ikinci defa iptal oldu ve üçüncü ihalede de daha iyi bir fiyat yakalandı. Gene iptal edecek miyiz? Yoksa orada iptallerimizden vaz mı geçeceğiz? En iyi fiyata kaç iptalden sonra ulaşılır? Bilen var mı?

İkinci ve bence daha da önemli nokta ise Türkiye'nin güvenilirliğinde olacak kötüleşme. Zaten uluslararası ticarette firmaların en az güvendiği ülkelerden birisi olan Türkiye, bir iki özelleştirme iptalinden sonra hiç özelleştirme yapabilecek durumda olacak mı acaba? İhalelerin sürekli iptal edeildiğini gören hangi yerli veya yabancı firma bu ihalelere katılmak isteyecektir?

İhalalerin (daha çok para koparmak amacıyla) iptal edilmesini savunanlara soruyorum: Bir marketteki alışverişlerinizde oradaki satıcılar sürekli size verdikleri malı geri isteyip, ancak daha fazla ödemeniz karşılığında malı tekrar size satmak isteselerdi, bir daha o markete uğrar mıydınız?